İnsan, sevdiği birinin kaybıyla nasıl başa çıkar? Yaşam denen kambura “ceketini çıkar, buyur otur” deyip baş köşeyi yine de gösterir mi? Yaşamın kemikli elleri ve solgun, cansız yüzü masada oturdukça rahatsız olmaz mı insan? O, masada yaralı ve kemikli elleriyle insanın yüreğini parça parça yerken, insan sadece izler onu.
Yaşamın en yakın dostu, zalim ölüm gelince odaya, şaşırmaz artık insan; çünkü yaşam, insanın yüreğini çoktan yemiş ve ruhunu da ölüme teslim etmek üzere hazırlamıştır. Onlar için bir önemi yoktur, alacakları kişinin kim olduğu ya da zavallı seveni için ne ifade ettiği. Onlar yalnızca yer, içer ve alır gider. “Bu bir süreç,” derler, “elbet geçecek, alışırsın.” Ama tabakta yüreğini gören biri, söyleyebilir mi geçeceğini?
Ben, babamın yokluğuna alışabildim mi? Buna cevabım kocaman bir “hayır.” Zaman geçtikçe alışabilecek miyim peki yokluğuna? Bunun da cevabı kocaman bir “hayır.” Nasıl alışırım ki en yakın dostumun, her şeyi öğrendiğim, her şeyi bana öğreten kişinin kayboluşuna? Bundan sonra aldığım her haberi kiminle paylaşacağım? Yaptıklarımla kimi gururlandıracağım? Hayatımdaki her şeyi kime anlatacağım?
Hiç yataktan kalkmadan geçen altı ay, yatakta geçen iki yıl ve hasta halde geçen dört yılın sonunda pes etti vücudu. Oysa son altı ayında bir kez bile sandalyeye oturamamıştı. Sonrasında ne çok düşündüm bunu: İnsan, bir gün sandalyeye bile oturamayacak hale geleceğini hiç düşünür mü? Elbette düşünmez; hatta o an gelene kadar beyninde en ufak bir şüphe bile olmaz. Oysa hayatın kendisi aksi, kambur ve acımasızdır ve elindeki kırbaç ne adres bilir ne de mekân.
Tam her şey düzene oturmuşken, kader aldı onu benden. Tam dertlerimi paylaşabildiğimde, ondan öğrendiklerimi idrak edebildiğimde, bavulunu aldı gitti. Dört yıl önce midesinde bir yumru oluştu. Yüz, belki yüz beş kiloydu. Yumrunun diğer adı tümördü. Doktorlar yüzümüze söyledi ve sonra çekip gittiler. Henüz hastalık nedir bilmeyen zihnim, durumu nasıl da zor idrak etmişti ve daha on dokuz yaşındaydım, henüz doyamamıştım babama.
Yüz yirmi kilonun otuzunu aldı tümör. Ağzında çiğnedi etini, kemiğini yuttu; yetmedi, daha fazlasını istedi. Her gördüğümde babama “Ayağa kalkacaksın, eskisi gibi olacaksın,” derdim. “Resim müzelerini gezeceğiz ve resim yapacağız.” Öyle de oldu, yoksa yaşar mıydı dört yıl daha? Tümörü ameliyatla aldılar, yetmedi; tedavi planladılar. Tedavi dedikleri, hücre bölünmesini engelleyen kemoterapi ilaçları ve bilmem kaç metrekarelik sığınağımsı bir odada alınan radyoterapiydi. Yaz kış demeden her gün hastaneye gittik. Acaba herhangi bir Geiger sayacı, ne kadar radyasyon aldığını ölçebilir miydi?
İlaçlar nasıl da bitkin düşürdü onu, kilolar verdi; ne resim çizebildik ne de resim müzesini gezebildik. Oysa ben ondan daha çok teknik öğrenecektim. Babam, resim çizmenin bütün inceliklerini nasıl da biliyordu. Hayatımda en çok merak ettiğim şeylerden biri, babamın bu kadar çok şeyi nereden bildiğiydi. “Acaba,” diyordum küçükken, “bunun bir kitabı mı var? Sorduğum her şeyi nasıl bilebilir?” Oysa ne öyle bir kitap vardı ne de babamın bilgisinin sınırı.
Bilgisi sadece resimle sınırlı değildi. Bana yemek yapmanın inceliklerini de öğretti. O benim şefimdi, ben onun yamağıydım. Yüzlerce yemek, onlarca teknik öğretti. Her yemek yaptığımda onu anıyorum. Gerçi hayatımda hiç, onun yaptığı kadar lezzetli yemek yemedim. Ellerinde sihir mi vardı, hiç çözemedim bu konuyu.
Tedavi bittiğinde bir pasta kestik; bir pasta, ancak o kadar lezzetli olabilirdi. Şimdiyse tadım tuzum yok; sadece yaşayabilmek için yiyorum bir şeyleri. Bilemedim o pastanın yiyeceğim son lezzetli pasta olacağını. Bilebilir mi insan, bir şeyi son kez yaptığını? Bu, ölen birinin son nefesini nerede alacağını bilememesi kadar muğlaktır. Babam, son nefesini ne zaman verdiğini bilemeden ayrıldı dünyadan. Suni bir nefesti o; ciğerleri, son kez nefes almasına bile izin vermemişti.
Yılların ve yaşanmışlıkların ardından, insan bilir bazı şeyleri asla unutamayacağını. Nitekim giden de bilir, unutulamayacağını. Özellikle de giden, ardında güzel hatıralar ve çok güzel anlar bıraktıysa. Peki, nasıl hatırlanır göçen? Son kez görüldüğü haliyle mi, yoksa gençliğinin baharıyla mı? “Umarım,” der insan, “son halini hatırlamam.” Ben babamı her zaman kilolu ve şen haliyle hatırlıyorum. Bana “Domates öyle kesilmez, böyle kesilir” dediği haliyle, “Fırça kalem gibi tutulmaz, daha narin tutulur” dediği haliyle hatırlıyorum. Onun bir şeyleri bildiğine emin olduğum haliyle.
Çünkü son hal her zaman en güzel hal değildir; o hal ki içinde kanserlerin büyüdüğü, akciğerlerinden geçen oksijenin sayılı olduğu haldir. Nefesi kuş gibidir artık, elinde olsa göğüs kafesi hastane odasının tavanına değip oradan yatağa tekrar geri dönecektir. Akciğerlerinde oksijen mi daha çoktur, yoksa balgam mı? Nefesini tıkayan, yaşam denen kambur mudur? Ya o cihaza ne demeli? Bir şövalye gibi ciğerlerini temizlemeye çalışır.
Ardında bıraktığı yaslı aile, tişörtlerinden hatırlar anıları. Gezdiği yerleri tekrar gezerken hatırlar göçüp gideni. Belki de son iki yılında giymek isteyip de hiç giyemediği ayakkabısından hatırlar söylediklerini. Gezmek isteyip de gezemediği yerlerde nefes alarak hatırlar belki de. Ya da söyledikleri yankılanır ağlayanın beyninde.
Elveda babacığım… Yaşattığın, öğrettiğin ve öğreteceğin her şey için teşekkür ederim. Bana insan olmayı öğrettiğin için teşekkür ederim. Bana resim çizmeyi, yemek yapmayı bir öğrenci yetiştirir gibi öğrettiğin için teşekkür ederim. Hep bizi öncelediğin için ve gerçek bir baba olduğun için sana minnettarım. Seni her zaman özleyeceğim ve yokluğuna asla alışamayacağım. Seni çok özledim. Elveda.